top of page
Yazarın fotoğrafıAhmet Güdücüoğlu

SAİT FAİK

Ne vakit üzerimde kara bulutlar dolaşsa Sait Faik okurum. Yaşama karşı o karamsar, kırgın, kızgın ve öfkeli hissiyatımı hemen dağıtıverir. Sait Faik gibi tutunmayı, sevmeyi ve insanları tanımayı arzularım. Hayatı, onun gördüğü gibi görmeyi isterim. Yaşlı anasını, kahveci çocuğu, topal martıyı ve sadık köpeği hatırlarım. Tıpkı onun gibi sahiplenmeyi, kayıtsız şartsız her şeye sevgi duymayı isterim. Mümkün müdür Sait Faik kadar naif olmak? Peki, bir gün bu topraklardan göç edeceğini bile bile sahiplenmek denizi, kuşları ve ağaçları. Kimseyi ötekileştirmeden sadece insan olduğu için saygı duymak ve sevmek. Öyle de kendine has bir anlatımı var ki; yazımındaki farklılık ve ustalık diğer yazımlardan hemencecik kendini ayırır. Örneğin Melek ile başlar yazımına ve okur olarak biz tamam Melek’in öyküsüne şahit olacağız derken, birden Ali Rıza’ya geçer ve oradan da Hikmet’e derken farklı öykülerin farklı kahramanlarının hikâyesine tanıklık ederiz. Bir anlamda yazım; karakterlerin bayrak taşıma şölenine dönüşür. Mesleğini soranlara “Balıkçıyım” diyen Sait Faik Abasıyanık, yakaladığı balık küçük olunca onu öper ve tekrar denize atarmış. Yanındaki Rum balıkçı, “Balık öpülür mü be Sait!” deyince şu cevabı vermiş: “olsun, bu denizde benim öptüğüm bir balık dolaşıyor artık”

Sait Faik Abasıyanık, 1948 tarihli Yedigün dergisinde İstanbul kahvehanelerinden şöyle bahsetmişti: “Soğuk, temiz, beyaz mermerli, ince belli çay bardaklı, mavi, sarı, turuncu fincanlı, köylü zayıf garsonlu, sarı yüzlü ocakçılı İstanbul Kıraathaneleri! Siz birer tembel yatağı değil, birer bağımsız üniversitesiniz. Üniversiteden de daha bağımsızsınız.”

 Sait Faik’in hikâyelerinde yaşamak isterdim. Orada kendime bir Dünya kurabilirdim. Bir kuşun, bir su birikintisinde banyo yaptığını izlememiş olanlar giremez mesela o Dünya’ya. Bir balığı hayal ederken, asık suratlı olarak canlandıranlar da. Ya da bir sokak köpeğine selam vermeden geçip gidenler de giremez. Bir kadının ellerine bakıp Dünya’yı güzelleştirenin onlar olduğunu bilmeyenler hiç uğramasın bu kapıya. Gelin Sait Faik'ten bir alıntıyla devam edelim düşüncelerimize ."Birtakım şeyler var ki başkalarına anlatıldığı zaman onlar üstünde hiçbir tesir bırakmıyor. Halbuki aynı şeyler, bende neler yapmamıştı?"Herakleitos'un çok sevdiğim bir sözü vardır; "İnsanın karakteri, onun yazgısıdır “Bence, bu sözün hayattaki karşılığıdır Sait Faik. Orhan Veli'ye göre o, kırkını aşmış bir mahalle çocuğudur. Yani çocuk ruhlu ve halkın içinde bir insandır. Haldun Taner onu, 'Sevimli bir aylak' olarak tanımlar. Onun 'aylaklığı' veya 'avareliği' en çok annesini üzer. Hayatı boyunca oğlunun 'gerçek bir işi' olmamasından, para kazanamamasından yakınıp durur. Oysaki babasından kalan işleri elinin tersiyle kenara iten ve hayatının bir bölümünü mirasyedi olarak geçiren Sait Faik, sadece yazarak da para kazanılabileceğini başta annesi olmak üzere herkese kanıtlamak istercesine avarelikten ona kalan izleri tek tek yazıya dökmeye başlar. Rıfat Ilgaz bir anısında, Mahmut Zeki tarafından yayınlanan Zambak dergisinden Sait Faik'e yapılan bir iş teklifi için aracılık yaptığından bahsederek, Sait Faik'in teklifi ve alacağı ücreti öğrendikten sonra, ikisi arasında geçen bu konuşmanın bir de annesinin yanında yapılması hususunda kendisine ricada bulunduğunu anlatır. Amaç tabii ki, yazdığı yazılardan para kazanabildiğini annesine duyurmaktır.Bu arada, fark ettiniz mi bilmiyorum ama, ne kadar güzel bir tablo var karşımızda. Sait Faik, Orhan Veli, Rıfat Ilgaz, Haldun Taner ve burada adı geçmeyen pek çok değerli yazar, şair... Bu ekibe, Sait Faik'in o pek çok yerden aşina olduğumuz, bir teknede çekilen meşhur fötr şapkalı fotoğrafın sahibi Ara Güler'i de dâhil edelim. Duygularını kaybetmiş toplumlarda kişilerin temel hedefi, kazanmak ve tüketmektir. İnsanı değerler, anlayışlar çok daha sonra gelmektedir. Cahit Irgat “Çok Yaşasın Ölüler ”adlı yapıtında, ölümünün ardından Sait Faik için insanların vefasızlığını anlatan düşünceleri etkileyicidir.” Anılar, anılar yanmıştır, beni bugüne getiren kitaplar yanmıştır diyorsun “Alemdağ’da Var Bir Yılan ”da. Ama 1907’de doğdu, 11 Mayıs 1954’te öldü’ demek o kadar kolay değil senin için, senin üzerine. Siroz, o, doktorların bileceği iş. Kolay teşhis. Seni yalnızlıklar öldürdü. Seni umutsuzluklar öldürdü. Seni yalnızlık, iç yalnızlık öldürdü. Seni hikâyelerinde yarattığın insanların, insan olamayışları öldürdü”. Bizim bugün edebiyat diye okuduğumuz şeyin kanlı canlı yaşandığı bir dönemden bahsediyoruz. Ve ne ilginçtir ki, bu isimlerin pek çoğu, yaşadıkları ve yazdıkları dönemde kendilerini zar zor geçindirecek parayı anca kazanabiliyorlardı.

 Sait Faik'in insanları, dediğim gibi sıradan insanlardır. Onlarla her an her yerde karşılaşabilirsiniz; vapurda, tren vagonunda, balıkçı teknesinde, kahvehanede, çalgılı bir meyhanede, ıssız bir sokakta, bir lahana tarlasında,  bir tekstil atölyesinde, kısacası aklınıza gelebilecek her yerde Sait Faik'e bir öykü hediye eden sıradan bir insanla karşılaşmanız mümkündür. Evet, Sait Faik avareliğinin, aylaklığının o kendine has sarhoşluğu içinde insanlara bakmış, onları görmüştür. Onların acılarını, kederlerini, sevinçlerini, yalnızlıklarını, aşk acılarını, geçmişten taşıdıkları izleri, gelecek kaygılarını, zaaflarını, tutkularını ve daha pek çok şeyi görmüş, gördüklerini öykülerine aktarırken eksik kalan kısımları kendi kişiliğiyle, kendi aşklarıyla, kendi zaaflarıyla, kendi yalnızlığıyla ve kendi hayalleriyle tamamlamıştır. O yüzden Sait Faik öykülerindeki her karakterde biraz Sait Faik vardır. Sait Faik'in kendisi ise, tüm ömrünü adadığı bu karakterlerin toplandığı bir beden gibidir adeta. İşte bu yüzden, Sait Faik öyküleri bir 'insan resmigeçidi' gibi gözlerimizin önünden kayıverir gider. Önünüzden geçen her insan haliyle sizin de bir duygunuza, bir hatıranıza, bir hayalinize, bir aşk acınıza dokunuverir. İşte o an siz de 'sıradan bir insan olmanın' tadını çıkartırsınız. Sait Faik her şeyden önce gerçek insan yüzleri görmüş. Kusurlarını saklamayı beceremeyen insanlarla bir arada yaşamış. Kahvehanede, tespihini ağır ağır çeken adamın uzaklara dalıp gidişini görmüş. Bir tren vagonunda, köyünden ilk defa dışarı çıkan bir adamın heyecanını görmüş. Bahçesine domates biber eken bir kişinin, yaşama sevincini görmüş. Tek göz odada yaşam mücadelesi veren bir kadının, adeta maziyi bir film şeridi gibi önüne seren eski eşyalarını görmüş. Bütün gün insanlardan ayrı, sadece köpeğiyle dolaşan bir adamın gizlemeye çalıştığı, tüm hayatını vakfettiği aşk acısını görmüş. Şehrin en uzak köşesinde de olsa, kendi kahvesini işletebilmek için her şeyini feda eden bir garsonun azmini görmüş. Günümüzü incelediğimizde, her şeyden önce, tüm kusurlarını özenle süpürüp halının altına itmiş insanlar görüyorum. Hepsinin yüzünde aynı ifade var. Çünkü benim çağımın insanı, her nedense kendini dış dünyaya her ne suretle olursa olsun mutlu ve kusursuz göstermek zorunda hissediyor. Tek gördüğüm bu değil, bakmaya devam ediyorum. Bitmek tükenmek bilmeyen bir hırs görüyorum. Sürekli birbirinin üstünü tırmalayan, alttan çelme takan insanları görüyorum. Her tarafı duvarlarla çevrili evleri almak için ve o duvarların arasına girebilmek için bankadan ömür boyu ödeyecekleri miktarda kredi alan ve bunu başarı hikâyesi olarak anlatan insanları görüyorum. Instagram hesabına 5 takipçi daha kazanabilmek için kendisini, yaşamını deşifre edebilecek, tüm şuurunu sosyal medya hesaplarının like butonu altına gizlemiş insanlar görüyorum. İşte böyleydi Sait Faik'in dört yanı denizlerle çevrili, o masmavi dünyasından bana kalanlar. Tam da bu sorunlarla dolu yaşam döngüsünde, boğulma krizlerinden birini yaşamakta olduğum bir dönemde adasından yetişti ve kurtardı beni. O etkileyici hikâyelerini okudukça yaşama daha bir sarıldım. İnsanları daha bir sevdim, daha bir saygı duydum. Sait Faik demek yaşamı sevmek, insanları sevmek demekti.

"Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor."

Alemdağ'da Var Bir Yılan” eserinde, Usta ne güzel söylemiş.

 

 

 

 

20 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

コメント


bottom of page